22 Kasım 2011

içimizdeki yangın...

" Kaç kez inanmadığımız yazıların altına imza attık sözün inanılmaz cazibesi uğruna. Sözün cazibesi, söze hakim olmanın inanılmaz hazzı uğruna ruhumuzu mu satıyoruz yoksa?
...

Söz uğruna hayatı bir yalan gibi yaşadık. Ne kadar yalancıydık. Kurduğumuz oyunlarda oysa her şey ne kadar da inandırıcıydı...

Aşktan bahsettik, aşkı tanımıyorduk. Öldük, ölmüyorduk. Sadakatten sözettik, sadakati bilmiyorduk. Sevdik, aslında sevmiyorduk. Aldık veriyorduk; verdik alıyorduk...Söz yerini buluyordu sadece, iyi düşüyordu, uygun...İçimiz bir hoş...Habire büyüyorduk..

Kaç kez yeri geldi diye; cümleler sarfettik aritmetik sağlamlığı bol formüller doğrultusunda...
Söz yerini bulsun da!
Söylesek ölürdük...
İnanmadan söyledik, yine öldük..."

...Nazan Bekiroğlu...

***
-Kaybettik....Yenildik...
-Değil mi ki kaybetmek kendini bulmaktır bazen de...
-Yağmursuz duygularla büyüyen bahar, çiçek açar mı ki hiç?

19 Kasım 2011

durup dururken...

"Bir neden bulur kalp üzer insanı..."

Kalp nedensiz üzer mi ki insanı? Belki de üzer. Akıl söyletirse, kalp de üzer, ağlatır bazen. Kalp tıpkı çocuk gibidir; durup dururken ağlayabilir, ağlatabilir, sevebilir, sevdirebilir, küçücük şeylerden mutlu da olabilir.


Kalp güzel şeyler barındırır içinde; eğer kararmamışsa bir noktadan sonra. En güzeli sevgiyi, aşkı, şefkati barındırması, koruyup kollaması onları, içinde taptaze tutabilmesi...

Kağıt gibi inceciktir kalp; cam gibi belki..ezilmeye, kırılmaya müsaittir.  Kırılan bir kalp....
Kırılan bir kalp, bir daha eski haline dönebilir mi?
"Dal rüzgarı affetmiştir ama, kırılmıştır bir kere..."
Durup dururken sever mi ki insan, durup dururken ağlar mı?  Nedensiz yaşanır mı hiç; nedensiz ölünmeyeceği gibi.  Ama ben durup dururken yazıyorum işte....Neden, ben de bilmiyorum.
Kalbim üzme beni n'olur...
"Akıl bir serçeyi avuç içerisinde tutmaksa, kalp avucunun içine kendini koymaktır.."

Avucunu aç bir bak, ne görüyorsun?
Hiç....

14 Kasım 2011

biz ve onlar...

Acı ve mutluluk..İkisi birbirini tamamlayan duygular...

Hangi acı sonsuzdur, ya da hangi mutluluk sonsuzdur, hiç düşündünüz mü?

Dünyanın en mutlu insanı olduğumuz anlar vardır; ellerimizi nereye koyacağımızı bilemediğimiz, kanatlanıp uçacakmış gibi bir hisse kapıldığımız..

Bazen de acılar içinde kıvrandığımız anlar...
Dünyanın başımıza yıkıldığını düşünürüz...
Bu duygular hiç bitmeyecekmiş gibi gelir insana; her seferinde bu böyle sonsuza kadar sürecekmiş gibi...
Aslında ne mutluluk sonsuz, ne de acılar üzüntülerle dolu anlar...

Öyleyse her daim unut gitsin gönül; aldırma!...Çünkü her u/mutsuzluğun, gözyaşının ardından tebessüm, her tebessümün ardından burukluk gelir...
Sarkaçlı yalnızlıklarla sarmaş dolaş olan bu duygular aslında hep içimizde kalır ve onlar bir yere gitmezler; biz bir yere gitmediğimiz sürece...

O halde alış gönlüm alış...alış...başka yolu var mı?
Evet, şimdi kış...
Bahar gelmeyecek mi ?
...?

01 Kasım 2011

kelime oyunu...


Bir kelime bir hayat kurtarabilir mi ?dedim.Evet dedi, kurtarabilir lakin karartabilir de...

Nası yani? dedim ve sonra tüm gücümü toplayıp;
"Bir hayali yaşatabilir mi peki bir cümle?" dedim ukala ukala.
"Öznesine aşina bir kalbin varsa yaşatabilir" dedi....ve devam ettti;

Aklını yüreğine bağlayan bir virgülün varsa mesela her zaman için umuda kapı aralayabilirsin.
Her şey olabilir, yeter ki noktadan uzak dur...
Uç noktalarda gezinme...

"üç nokta" diyorum sadece..üç nokta...
üç nokta...
...

******
üç nokta hayat kurtarır belki de, kimbilir...
ve galiba hayat, üç noktadan ibarettir...

29 Ekim 2011

hep bir şeyler eksik...


"Ömür yolculuğuna çıkmışız bir kere. Düşe kalka veya tahtırevanla da olsa, ilerlemeye başlamışız...O zaman bilmemiz gerekiyor ki, hayat boş değildir! Ama hayatta bir "boşluk" olduğu doğrudur!
...
Dünya hayatı, gerçekten eksiktir!
Ne kadar sevilirsen sevil, hep ihtiyacından az kalır.
Ne kadar seversen sev, karşılığını bulmaz.
Ne kadar kovalarsan kovala, hep kaçar zaman.
Ve her başarı, başarılamayan ne çok şey olduğunu hatırlatır...."


...H.Babaoğlu...

***
ve hayat galiba; boşlukları doldurduğumuzu sanırken, içimizdeki o büyük boşlukta kendimizi kaybettiğimiz hüzünlü yalnızlıklar hikayesi...

23 Ekim 2011

kayıtlı hüzünler....


"...İnsan bir yerde doğdu mu oralı olmuyor, o zamanlı oluyor daha çok.  Memleketi o zaman oluyor. Doğduğumuz büyüdüğümüz şehirdeki bütün değişimleri hüzünle kaydetmemizin nedeni bu.  Hüzünlenmek için illa somut bir yıkıma da gerek yok.  "Eskiden bu okulun kapısı paslıydı ne güzeldi" diye üzüldüğüm de oldu. Konu doğduğumuz yerin mazisi olunca asla vazgeçemeyeceğimiz takıntılar var çünkü. Renkler var, sesler var, kokular var, binlerce ıvır zıvır var.  Sonsuza kadar yitirilmiş anlar var.  İnsan zamanını durdurmak istediği yere aittir..."

...Emrah Serbes...

***
"grisufleler"de daha önce yayınladığım  beğendiğim bir alıntıydı...ara ara grisuflelerden bu sayfaya transfer yazılar  yapmak istiyorum; daha önce olduğu gibi...çünkü bazı satırarası dipnotların arada kaynayıp gittiğini düşünüyorum, ya da unutulabiliyor, arada hatırlatmanın kime ne zararı var, öyle değil mi?

17 Ekim 2011

yanlış hesaplar..

Herkesler ve her şeyler..


Herkesin her şeyi anlamaya mecburiyeti olmasa da herkesin kendini anlamaya ihtiyacı var zaman zaman.  Yoksa yaşam çekilmez bir hal alabilir ve insan karamsarlığa düşebilirdi.  Bunun örnekleri çok var etrafımızda, yakınımızda, içimizde. Konumuz o değil gerçi.

Şöyle bir durum var ki; başkalarını anlamış gibi yapabilirsin ama kendini nasıl kandıracaksın ve kendini nasıl anlayacaksın.

Kendimizi çokca sevmek(narsizm) şımarıklık belirtisi mi, yoksa bu bir alışkanlık mı?

Popüler kültür toplumumuza yerleşti yerleşeli "kendine çok iyi bak.." ..."seni çok iyi anlıyorum"...denen saçmasapan, canımı fena halde sıkan sevmediğim içi boş iki popüler cümle türedi  ve daha buna benzer bir sürü söylem. Demeyin öyle n'olur, en azından bana..

Popüler kültürü daha bir yalaka ve daha bir yalama hale getirmek için belki farkında olmadan sarfettiğimiz  bir çok söylemlerimiz var.  Zaten hep bu kıvam artırıcı söylemlerimiz ve felsefik yaklaşımlarımız bizi mahveden/bizi bizden uzaklaştıran.  Herşey o kadar karmaşıklaştı ve cıvıklaştı ki kimse gerçeği görmek istemiyor. 

Gerçekler vardır; kimi acı kimi tatlı .  Ortaya karışık bir gerçek daha vardır ki o da yaşarken kıymet bilmediğimiz ve sevmeyi ve sevilmeyi beceremediğimizdir.

Ağzımızdan çıkanı kulağımız duymaz anlamaz/anlamak istemez çoğu zaman.  Leyla ile Mecnun'daki İsmail Abi'nin meşhur repliği gibi hani;
"...bazen senin ağzından çıkanla kulağının duyduğunu tuttuğunu ben hiç görmedim hayatımda.."

Bizim ki de o hesap işte..
Hesap yanlış, tutmuyor..


****


dipnot,fotoğraf ne alaka demeyin, benim gibi acemi galiba.

07 Ekim 2011

evet,nerde kalmıştık...

Evet hoşgeldim ve gülümsüyorum..

Derin, nihayet derin bir uykudan uyandı ve  çıkıp geldi işte buralara. Hep bir yerlere geç kalmışlığın hüznü, bir mahmurluğuyla birlikte çıkageldi. Bu mahmurluğu üzerinden atabilseydi şayet çok daha iyi görünecekti belki derin. Umutlu olacaktı hem. Buralarda olmanın tebesümü vuracaktı yüzüne belki.Ama olmadı işte. O hep aynı kaldı; bildiğiniz "göçebe zamanlar"da sessiz sedasız yaşayan  bir garip göçebe misali...Değişmedi yani...Keşke de değişseydi..Keşke...


Yine de gülümsüyorum..ve diyorum ki;
"Nerde kalmışlığın" üzerine çökmüş bir rehavetiyle geldi derin. Aval aval bakakalacak hayata yeniden ve derin derin yaşayarak anlatacak belki de hayatı. Yürek kuytularınızda bir parça umut kalmışmıydı diyecek..."Bir parça da ben istesem o umutlu gülüşlerinizden.." diyecek belki. O kadar söz birikmişki derin'in derin yüreğinde, dökecek yer arıyormuş. Elinden tutar mısınız peki şu fakir derin'in, kendini bilmez deliliğinin? Tutar mısınız yüreğinden tekrar, kabul eder misiniz yüreğinize?


Hoşgeldim ve gülümsüyorum...
Kendimi kendime gülümserken buldum ya, en çok da buna seviniyorum.
Derin, uzun süredir derinlerde kaybolmuştur kaybolmasına da,  n'olursa olsun yine de ansızın çıkıp gelmeyi bilmiştir ama. Zira O dostlarını her ne olursa olsun aklından hiç çıkarmamıştır ve hiç unutmamıştır. Güzel insanların varlıkları Onu hep mutlu etmiştir. Vefalarını, hüzünlerini, ilgilerini, deliliklerini, düşlerini, düşüşlerini, gülüşlerini...Unutmaz işte, hep aklındadır.


O bir çaylak göçebedir...O bir delidir...O bir kendini biliyormuş gibi  görünen fakat kendinden bile haberi olmayan biridir...O bir  ayrık otudur...O bir suspus gönüllü eylüldür...O bir dünyayı tepetaklak gören bir çift şehla gözdür...O bir çakma aşıktır; çakma aşk sözlüklerinde yerini bulamayan...O bir suskun sarmaşıktır...O bir hayat tembelidir...O bir gezgindir; sürekli kendi sokağında dönüp dolanan ama  kendini bir türlü arayıp da bulamayan...O bir cılız sokak lambasıdır hayat sokağında; kendini bile aydınlatamayan...O bir terliğini evde unutup, yalınayak koşuya çıkmış  aylak sefilin tekidir...O bir sınavda doğru bildiğini yanlış işaretlemiş, "elektrikler kesikti ondan çalışamadım.." diyecek kadar da yüzsüzlüğüyle öğretmenini(hayatı) dalgaya almaya çalışan  tipik haylaz bir öğrencidir...O bir gökyüzü aşığıdır...O bir hayat karmaşığıdır...O bir duygularının sarmaşığı...O bir kuş...O bir kedi...O bir kitap...O bir Meraklı Melahat'tır ama, başkalarında gördüğüne değil, kendi içinde kaybettiklerini bulmaya meraklıdır...O bir  kuldur sadece O'na layık olmaya çalışan ama  hiçsizliğe de bir türlü ulaşamayan...O bir acizdir...O bir dertli...O bir bilmece...O bir yalnız kalp...O bir dünya yorgunu...O bir umut fakiri...O bir düş manyağı...O bir edebiyat tutkunu...O bir kelime savurucusu...O bir  hüzün d/okunuşu...O bir kayboluş...O  bir savruluş....O bir...
Velhasılı diyeceğim o ki;
"Delidir, ne yapsa yeridir.." deyip şu garibi, o geniş, o güzel gönüllerinize tekrardan kabul eder misiniz peki?

Hoşgeldim ve gülümsüyorum...

27 Mayıs 2011

özlem(ek)tim içime, baharda yeşerir mi bilmem...



Cancağızım, mor yelpazelim, kederlim nerdesin?

Deli olma zamanımız geldi çattı bile. Yosun tutan sabahların tatsızlığını rafa kaldırma zamanı şimdi,nerdesin!?


Deli olma gel!  İster o yer minderli, mutfaklardaki yemek kokularına  b/ulaşmış iştahınla gel.   İster, o dut ağacının bahçeye uzanan dallarından birine tutun da gel, ama gel.   İster, saklambaç oynadığımız o taşlı sokakların kaldırımlarına sinmiş takunya tıkırtılarını toplayıp, ister o balkonda uyumaya çalışırkenki en neşeli halimizle;  bize ellerini uzatan yıldızları tek tek ceplerine doldur da gel, ama gel...
Voltranı oluşturanlar gibi güç bizde deyip, anılarla dolu hikayeleri avluya s/açalım. Düş bahçesine dalalım sonra....

Boş çerçeveli kanadı kırık pencerelere konan gülüşlerimizi de yanımıza alıp, hanımeli kokularını ta ciğerlerimize çekerken yeniden başlasak, en başından.

Yine yeniden sevsek herşeyi delicesine;etraftaki tuhaf ruhsuz b/akışlara aldırmadan.   Kaldığımız yerden gökyüzüne açılsak.   Ucundan tutsak hayatı yeniden, kırmadan hiç bir şeyi, kırılmadan...Ama işte sen yoksun...


Uzaktan seyrediyorum şimdi,uzakta kalan hüzünlü koşuşturmalarımızı; sen ve  ben bir de bizi bize b/ağlayan  şakacı anılarımız kaldı  mor hikayelerden geriye.


Maviyi unuttuk..unutulduk...unutturulduk....
Hayat devam ediyor her şeye rağmen, yaşamak buysa evet yaşıyoruz...

Hayat galiba,  yüklemi "özlemek" olan tüm cümleleri  zamanla,  ömür törpüsünde eritip geçmiş sayfalara gömüyor...Hadi baharlardan geçtik de kışlar bile vurdumduymaz olmuş, hayat galiba bizi sevmiyor.

"Sevmek" dilimize ne kadar yabancı bir kelime öyle değil mi, ne kadar uzak; Sevmek...sev....mek...sev...
Ah cancağızım, mor yelpazelim, kederlim, şakacım; şimdi her zamankinden daha çok ihtiyacım var sana. Nerde olursan ol ama gel!...Deli olma...

Gittiğin gün gibi burdayım...ve deliyim hala...


(can kardeşim,  e.a...ya ithafen...)
(sitemkargöçebe/şubat2011/grisufleler)

Foto/Özlem Acaroğlu

18 Mayıs 2011

fotoğraflar, dostluk, umut vesaire...


Uzun zamandır buraları boş bıraktığımı hissettim. Yukardaki  fotoğraf ilginç gelince de eklemek istedim...İnsan ne yazacağını bilemeyince fotoğraflardan medet umuyor galiba benim gibi..

Fotoğraf  içimizin aynasıdır diye düşünüyorum.  Bana fotoğrafını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.

Fotoğraf demişken; ben en çok fotoğraftaki  o derinliği arıyorum.. Fotoğrafta bir şey olmalı beni çeken; bir hal, bir ayrıntı, bir doğallık olmalı.  Siyah-beyaz fotoğraflar favorimdir  bu arada. Öyle cafcaflı üzerinde oynanmış fotoğraflar pek ilgimi çekmiyor açıkçası, sahte geliyor.  Zamanımızda yaşanılan çoğu duygular gibi.  Sahtelik o kadar da göze batmıyor artık günümüzde.   Göz boyanmaya niyetliyse; sahtelikler de  o vakit pek bir hoş görünüyor insanın gözüne.  Sahte olmayan kavramlar da var hayatın içinde ama bunlar çok azaldı.  Gerçek dostluk onlardan biri mesela.

***
İnsanlarla hayvanların dostluğu, ya da hayvanlarla hayvanların dostluğu, ya da iletişimi diyelim, bu ayrı bir konu...Herşeyden önce, dostluk deyince ne anlıyoruz, buna bakmak gerekir diye düşünüyorum. Dost dediğin; çıkmazlar içinde kıvranırken sana ümit  kırıntıları sunmayı başarabilen, seni anlamaya çalışandır.  Gerçek dost ne yaparsan yap, incitmeyen ve incinmeyendir.

Dost demişken bir dostumuzun  satırları aklıma geldi, paylaşmak isterim;

"Ertelenmiş bir hayale gazeller okur kalbim...
S/esimi duyuyor musun can ?
Kim senin gibi ''dost'' kokar!
Kim gönlümü okşar...

Aldrrmıyorum zam/an geçiyor heyhat..
Senden uzak/ta yaşamak zor!
Sana, tebessümler biriktiriyorum...
...ve sessiz dualar haykırıyorum...

Biliyorsun, seviyor seni bu can..."(Vureyka)

****
İçinden, sadece "umut" geçecek kadar kısa cümleler kurmak istiyorum da çoğu zaman; beceremiyorum işte. Yine uzun bir yazı...
Umutlu olmak, ya da olmamak, işte bütün mesele bu.
U/mutsuzlukla  suspuslarla yoğrulmuş çaresizlik(göçebelik haller) var bir de. Kalbin hiç iyileşmeyen yarası gibidir bu.  Sürekli pansuman edersin, iyileşir, kabuk bağlar, sonra en küçük bir hüzün dokunuşunda tekrar tekrar kanar.
Ama olsun; "O" var, gerisi hikaye...

Çok  şey yazmak istiyorum  bugün. Bugün aynalar dünden daha bir dost göründü zira. Aynalar yalan söylemez diye biliyorum ama söylerse de söylesin kimin umrunda; mazeretim var dostlar, umutluyum ben....

Umutla dostlukla kalın daim......

Hadi güzel hatırınız için bir kaç fotoğraf daha;)


 

1.foto/feyzullah çolak/
/diğerleri "fotoiz"..den/

15 Nisan 2011

bahar aldatmacaları...


Aldatılmak kötü bir duygu olsa da aldanmak insana özgüdür..
Baharlar aldatıcıdır çoğu zaman. Duygular ise baharda aldanmaya daha müsattir.
Bahar geldiğinde içimizi belli belirsiz bir sevinç kaplar.

Bahar "aldatsın beni" dersin mesela. Ne güzel, kim itiraz edebilir. Gelen her baharın, içimizdeki çelişkilere çelme takma oyunlarını seyretmek iyi gelir ruhumuza.  Görmezden gelmek bazen işe yarar; yelkovanla akrebin koşuşturmalarını.  Yap-boz oyunlarından sıkıldığında umutlar devreye girsin istersin, umut işte. Yolda gördüğün bir kedi aldatsın istersin seni. Onulmaz yaralarına merhem olsun istersin. Bu çok mu saçma ki.  Bir çiçekten bir kelebekten medet umarsın baharda.  Sokakta oynayan çocukların gülüşlerinden koca bir gökkuşağı çizersin kalbinin eskiyen sayfasına.  Gölgeler daha bir barışıktır baharda kendisiyle. Yolculuklar daha bir anlamlı.

Aldatılmak  insana özgüdür. "Asıl aldatan aldanırmış..." derler ama bunu ne bilsin bahar.

Bahar, hayat oyunlarına kendimizi kaptırmış gidiyorken, mola vermeye çeyrek kala oyunu bırakmak ve susayan yüreğimize kana kana su vermek gibi.  Sevgi toprağına kendi ellerimizle serpiştirdiğimiz umut tohumlarıdır bahar.  Tohumlar bir gün çiçek açabilir ve kalbiniz bir aşk seremonisine aldanıp yabani duygulardan kurtulabilir.  Aldanmayı becerebilmek bir beceri. Bunu becerebilirsen sen bahara, bahar sana aldanır.

Böyle düşündük diye mi hep aldandık acaba bilemiyorum.
Sevdiğimiz ve aldandığımız kelimelerin içinden geçeriz bazen. Peşine takılıp düşeriz sonra.

Baharlar, kediler, kitaplar,
sokak müdavimleri çocuklar, gökyüzü, maviler, serçeler, sevgiler, umutlar, kayboluşlar, molalar, mütamadiyenler, gülüşler, akşamlar, mor menekşeler, uykular, rüyalar, düş çiçekleri, hanımelleri, güz gülleri, şair cümleleri, kremalı pastalar, yol güzergahları, denizler, kumlar, yıldızlar, yakamozlar, sen, ben, göçebe sevdalar, göçebe umutlar, göçebe baharlar..daha neler neler..

Bahar çıkıp gelse şimdi(gelmez ya). Elimizden tutsa. Tutsa yüreğimizden. Büyülü kelimelerin içinden geçirse bizi. Kaf dağının ardında açan düş çiçeklerine götürse. Bıraksa orada. Bir başımıza kalsak düş ortasında. Bahara aldansak. Aldatsak kendimizi.

Baharda düş çiçekleri koparmak güzeldir. Aldanmak hele...




/derin/




foto/halil sarı

07 Nisan 2011

karşıyım...



Meğer benim de "karşı" olduğum şeyler varmış, Mustafa Ali sayesinde farkına vardım:)
İşte onlardan bir kaçı...

***
Karşıyım;
Türkçe kelimelerin arasına "q, x, w,.." gibi yabancı harfleri serpiştirerek o güzelim Türkçe kelimeleri katledenlere..
Misal; sheyma, derwish, dönner, efendy, onnur, pasha, wahşi, tash, merwe, waril, meraq,...v.s....v.s...
Buna şiddetle ve sonuna kadar karşıyım, lütfen yapmayın.

Karşıyım;
Türkçemizi hor görenlere. Gözlemlediğim kadarıyla, artık o kadar moda olmuş ki bu İngilizce hayranlığı, bütün dükkanlara, bakkallara, çakallara, caddelere, sokaklara, mağazalara, vitrinlere...Hatta sanalda düşünecek olursak, bloglarmıza lakaplarımıza İngilizce isimler verme telaşındayız. Nedir bu İngilizce hayranlığı anlamış değilim. O kadar güzel kelimelerimiz varken neden İngilizce?...Ha öğren, bir kenarda dursun o ayrı, bir lisan bir insan derler ya hani, doğru söz, bunu da unutmamalı. Lakin adama sorsan İngiltere'nin başkentini bilmez, ama dükkanı farkedilsin, entel dantel görünsün diye takmış bir İngilizce isim, bununla gurur duyup etrafına caka satıyor bir de. Buna da alenen karşıyım.

Karşıyım;
Samimiyetle lauballiği birbirine karıştıranlara. Samimiyet nezaketin bir sonucudur. Oysa lauballik, ukalalığın ve kendini bilmezliğin...Karıştıranlara tüm ciddiyetimle karşıyım.

Karşıyım;
"Kadınlar bir çiçektir.." gibi kendince güzel laflar ettiğini sanan sonra da komik duruma düştüğünün farkına varamayan zatı muhteremlere. Çünkü üç gün sonra kadınları çiçeğe benzeten adamlar, o çiçeğin yapraklarını herkesin gözü önünde, ayakların altına alıp nasıl çiğnediklerini hepimiz görüyoruz, malum. Sonuna kadar ve tümüyle karşıyım.

Karşıyım;
O'ndan başkasına sevgili(m) denmesine...Çünkü onca ihanete rağmen karşılıksız seven ve affeden, merhamet eden bir tek O'dur. "Aşk" (aşk derken günümüz aşklarından sözediyorum, çabuk tüketilen hani...) diyorlar ya hani, sevgililerine duydukları o duygunun adına. O aşk dedikleri şeyin adı, olsa olsa nefsanı duyguların dışa vurumudur bence. Aşk çok ulvi bir duygudur, öyle basite indirgenemez, nefsin arzularına alet edilemez. Bugün seviyorum, ölüyorum, bitiyorum diyenler, yarın başka hoppa duyguların peşinden sürükleniyorlar oysaki, bu aşikar. Aşk böylesine geçici bir duygu olamaz.
Kısacası; nefsani duygularını aşka alet edenlere de karşıyım.

Karşıyım;
Herşeyi biliyormuş görünüp de karşıdakini küçük görenlere..."Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp" derler ya, buna da karşıyım. Sevmediğim şeyleri gerekmedikçe neden öğrenmek isteyeyim ki? Misal, matematiği sevmiyorum diyelim, neden havuz problemlerini çözmek zorunda kalayım(bu biraz Musatafa Ali tarzı oldu..) Veyahut renkli giyinmeyi sevmiyorum mesela, ya da giyinmeyi hiç bilmiyorum, öğretilmesini de istemiyorum, bu ayıp mı, bana göre hayır. Sırf başkaları istiyor diye öyle giyinip, kendimi neden kötü hissedeyim(bazı meseleler var ki bu konu dışı)
Bir de çocukları meslek seçme konusunda zorlamalar var, tümüyle karşıyım buna da. Belki çocuğun sizin farkında olmadığınız, farklı bir şeye yeteneği vardır kimbilir, bunu gözardı etmemek gerekir diye düşünüyorum.

Karşıyım;
Çocukları, çiçekleri, ezenlere...Mazlumlara, yaşlılara ve hayvanlara eziyet edenlere...Tüm kalbimle karşıyım.

"Çocuklar Duymasın"da Mustafa Ali diye, herşeye karşı olan bir karakter var ya hani, biliyorsunuz...Mandıra filozofu; annesinin deyimiyle. Bazen diyorum; aaa hakikaten doğru söylüyor. Sahiden de beni farklı düşünmeye itiyor fikirleri...Gerçi bu dizide de karşı olduğum, yanlış bulduğum noktalar var ama, şimdilik Mustafa Ali'nin hatrına bunları görmezden geliyorum.
Bir de buraların çakma filozofu(göçebe) var, gerçi ben o çakma filozofa da karşıyım ya neyse....O der ki;
Karşı olmalıyım, karışmalıyım,  karşılaşmalıyım,  karış karış duymalıyım,  karşı karşıya kalmalıyım,  kaçmamalıyım....En önemlisi, boyun eğmeden ve ortalığı karıştırmadan bazı şeylere karşı durabilmeyi öğrenmeliyim.(çakma olduğu belli, ne demek istediğini anlayanınız var mı?)
.......

Fazla da ortalığı karıştırmadan, "karşı" olduklarıma şimdilik burda nokta koyuyorum...Belki daha sonra daha farklı "karşı" fikirlerimle de karşı karşıya gelebiliriz..Yok kalsın, ben almayayım, karşıdan bakmak benim için daha güzel diyorsanız o da olabilir, bakın buna karşı değilim...Ha belki "ben de, bütün bu karşı durduklarına karşıyım" diye karşı çıkanlar da olacaktır . Olabilir tabi, neden olmasın...Karşıt fikirler...Farklı bakış açıları...Gözden kaçırılmış noktalar....Herkes bu dünyada bir şeylere karşı değil mi zaten?..Ya da bazı şeyler karşı durabilmeli insan, öyle değil mi? Yoksa akıl ve mantık ne işe yarardı. Farklı renkleri, farklı düşünceleri olduğu için insan zaten insandır.
Sizin karşı olduklarınız veya yazdıklarıma muhalefet olduklarınız(ankete bakılırsa "sen yazmayı bırak bence" diyenler de olmuş galiba, epey bir muhalefet var sanırsam..) var mı bunu da merak ediyorum açıkçası, yazar mısınız?

***
Dipnot; Türkçe Türkçe diyorsun da göçebe hanım, senin bazı yazıların ve yorumlarında hep küçük harf kullandığın gözümden kaçmadı bilesin, buna ne diyorsun peki?...Ben de buna karşıyım, hadi bakalım...(iç ses)
Ha bir de çok fazla isim değiştiriyorsun, bir karar ver artık...derin misin, göçebe misin...nameinur musun nesin?..hangisisin artık bilelim...

31 Mart 2011

ne çok gitmeler vardır ömrümüzde...


"Neden sustuğunu bilenler, neye ve niye sustuğunu da bilebilenlerdir. Susturulduğu için susmaksa, Adem'e bahşedilen kelimeleri hapsetmenin ağır bedeli olarak kıstırılmış bir akrebin, kendi kendini zehirlemesidir.."

****
"Ne çok gitmeler vardır ömrümüzde ve ne çok çakılıp kalmalar olduğu yere. Seyredilen bir film, okunan bir kitap, bir şiir, haber bültenlerinde gördüğünüz annenin; yavrusunun üzerine kapanarak yaktığı ağıtları duyuyor olmanın akabinde, çekip gitmek dürtüsünün hummalı fırtınalarına kapılır da sürükleniverir insan. Ardından, alışılmışlıklar zamkının kerpeten parmaklı pençeleri, kahrolası kirli tırnaklarını sımsıkı geçiriverir bedeninize de yine çakılıp kalırsınız olduğunuz yere..."

****

"Saatine baktı, epeyce geç olmuş dedi "yaşamak" için... Ne de çabuk gelmiş "ölmek vakti"..Sonra tereddüt etti, yoksa henüz erken mi?
Saatime baktım, hayır dedim, daha var...
Nefes aldığın sürece vakit geç değil "yaşamak" için . Olsun dedi, yoruldum!
Beklemek istiyorum...Burada...İşte tam da burada..."

Selim Şevkioğlu(cemaat)

22 Mart 2011

çelişkili çeşitlemelerden çeşniler...


Neden böyle sessizsiniz?


Kim kapattı ışıkları içime, masallarım nerede, kırmızı başlıklı kız,  yedi cüceler,  deve cüce oyunu...devler...pireler....eveleme develeme...
Al satanlar bal satanlar...Gözü açık uykuya dalanlar...


Bir varmış bir yokmuş....Balta girmemiş kediler ormanında bir aslan miyavlamaktaymış...Bir baykuş kükremekteymiş, koca(mış) fil ordusuna...Yarım yamalak kanadıyla uçmaktaymış dere kenarında bir balık...Herşey karmakarışık(mış)...Karışmış(mış) akıl bir rüyaya...Sonra rüya devrilmiş bir masalın ortasına ...Masal kaçmış gökyüzüne...Kara büyülü kuyuya düşmüş yıldızlar...Gökyüzüne dayatılmış bir merdiven; çekip çıkarılmış tek tek düşen yıldızlar.... Asılmış sonra birer birer gecenin mavi sarayına....


Saray ışıklanmış, aşk küllenmiş...
Bir ömür boyu asılı kalmışlar göğün en tenha yerinde.....Göğe bakma durağında onlar ermiş muradına, bize iki damla hüzün...


Sayıklama vakti(m) mi gelmiş...Ne gelmiş..Kim gitmiş...
Giden gitsin aman söylenme, kalan düşler bizimdir...
....
Kimseden çıt çıkmayınca demek böyle oluyor...Olan iç(imiz)deki seslere oluyor, çoğaldıkça çoğalıyor, delirdikçe deliriyor...Çeşnili çağrışımlar çarşısında duygular hepten delişmen....


Akıl firar etmiş....Kelimeler uçup gitmiş.....Sözler kaçık...Derin uykularda....

Seslensem peki duyar mısınız sesimi çalgılı rüyalarda?

Neden böyle sessizsiniz?


****


foto/freegrafi(fotoiz)
freegrafi

19 Mart 2011

düştüğüm yerden bakınca....


Hayatımızı gözden geçirirken, genelde gözden kaçırdığımız noktalar çok olur.  Hayatımızdaki  "en"leri toplayıp, "keşke"lere böldüğümüzde,  kalan "belki"ler bizim hayat felsefemizin kaçıncı durağında olduğumuza işaret eder diye düşünüyorum.
"Keşke"ler çoğaldıkça "belki"ler de o derece azalır…

Hayatın bir matematik olduğunu düşünecek olursak, çok bilinmeyenli bir denklemle karşı karşıyayız demektir.

Hayat olasılıklarla dolu bir karmaşa….
Oldum olası, matematiği ve rakamları hiç sevemedim zaten..

Hayat, üzgünüm ama seni de sevemedim…
Neden dersen, elektrik meselesi işte…

21 Şubat 2011

her şeyin bir anlamı olmalı.....


"İnsan düşüyor, kalkıyor, kendisine bir hikâye kuruyor. Kendi hikâyesine çok inanıyor, az inanıyor, hiç inanmıyor. Başkalarının hikâyesine inanıyor. Kendisine inanılacak değişik hikâyeler buluyor. Bir ömrü bir hikâyenin parçası olmak için tüketiyor. 

Bana diyorsun ki "Bu dünya anlamsız; ben burada olmayı kendim seçmedim." Bu sözcüklerde burası ile orası arasında asılı duran bir hayatın izleri var. Yokluk ve varlık arasında yürüyen bir ip cambazının hüneri. 

Şimdi diyorum ki ben sana, her şeyin bir anlamı var. Çiçeğin, böceğin, dalları eğen rüzgârın, ağzımızdan çıktıktan sonra yüzyıllarca uzayda asılı duran sözcüklerin bir anlamı var. 

Konuşuyoruz seninle. Yavaş yavaş iyileştiğini hissediyorum. Öfken azalıyor. Artık Tanrı'ya kızmıyor gibisin. Ve artık şükür ki, yaralarından ibaret değilsin. Hayatın çiçek tozları gibi oradan oraya neşe içinde uçuşuyor. Varoluşuna sinen ıstırap sanki daha derinlere, kımıldadığında hissetmeyeceğin bir yerlere iniyor. Onunla da başın hoş olsun, çünkü bir anlamı var..."



 *******
İçinde bulunduğumuz çağ, "şimdi"yi  yaşamamıza fırsat vermiyor, her şey gelecek için yapılıyor.  Aynı anda o kadar çok şey yapıyoruz ki insani ilişkilerimiz gün içinde hallediliveren işlerden sadece biri haline geliyor.  İşkoliklik, kendine sevdalanmanın değişik bir örneği olarak genç profesyoneller arasında yükseliyor. Hayatın ritimlerini pazarın ritimlerine ayarlayan, ancak paraya tahvil edilebilen değerlere önem atfeden yeni bir benlik, küresel rüzgârla birlikte dünyaya yayılıyor.

"Her şey çok hızlı gerçekleştiğinde kimse hiçbir şeyden emin olamaz,  kendisinden bile "diye yazmıştı Kundera; "Yavaşlık" adlı romanında. Gerçekten de hız bizi uyuşturuyor. Artık her yerde ve hiçbir yerdeyiz. Aslında bütün varlığımızla hiçbir yerde değiliz, parça parça orada ve buradayız. Hızlandıkça zaman kazanmıyor, sadece parçalanıyoruz.

Kendimizi bulmak için hayatın kendi ritmine geri dönmeye ihtiyacımız var. İşte bu yüzden, kendi kendimize "Yavaşla!" diyoruz.  Çünkü yavaş güzeldir...



(K.Sayar'ın kitap özetlerinden alıntılanmıştır..)


********
Sonuç;
"Kendine  iyi bak'...." derler, klasik bir temenni...Kendini bulamayan kendine nasıl iyi bakabilir...Kaybettiklerimiz içinde en büyük yer tutan,   var oluşun  en büyük göstergesi olan  "kendimiz";  hayatımızın en büyük tanığıdır....Hayatın akışında yerini bulamayan her duygu,   kendimiz olma potansiyelini de  adım adım geriye sürükler, kaybettirir izini.  Kaybolduğumuzda ise her şey çok geç olabilir ve geriye baktığımızda bir daha bıraktıklarımzı aynı yerde bulamayabiliriz...


Kendine iyi bak, yani kendine aynada iyi bak; hayatın aynasında...Aynayı sana doğru tüm ışığyla  tutan BİRİ var ve sen O'na  b/ak...Yani kısacası kendine iyi bak....İyice....
 ....
Hayat "sıkı tut!" beni der, düşmeyeyim.
Biz  n'aparız;  tutanaklar tutarız aleyhinde...


*****
Hayat devam ediyor dönmeye, döndürmeye....hayat sen  belki de hep olduğun gibiydin de, değişen  sadece bizdik; dönen hep biz olduk  s/özümüzden belki de...
Bünyemiz alışık değildi  sen(siz)liğe;   sonra  alıştık..alıştırdın bizi kendine iyiden iyiye. 
Şimdi ise ellerimiz semada, göçebe olan ruhumuzu arıyoruz....
Kendimizİ arıyoruz....
.... 
Evet, herşeyin bir anlamı var....
.... 
Kendine iyi bak...




foto/  her şeyin bir anlamı olmalı...
 

14 Şubat 2011

Gül-i Râna(Sen e-fendim!...)



Ey Nebî, yolda kalmışlığımızı yüzümüze vurma n’olur! Pürkusur halimizle gelip de aklayamazsak kendimizi mizanda, bizi önce sen sitemli gözlerinle utancın nârına atma, n’olur! 
Ey Nebî!
Seni yaratılmış tüm zerreler miktarınca sâlat ve selamla anıyoruz; utanarak... 
Ey Nebî! 
Şefaâtini umarak...

01 Şubat 2011

kar senfonisi ve çay.....





Hiç dikkat ettiniz mi? Çay ile kahvenin can sıkıntısıyla ilişkileri çok farklı! Çay sıkıntıyı çekilir kılıyor. Üst üste çay içerek tatlı tatlı sıkılmaya devam edebilirsiniz ama kahve can sıkıntısıyla sanki kavgalı. Keyif seviyor kahve. Ya da sıkılmayı bir yana bırakıp çalışmamızı istiyor. Çalışırken kahvenin eşliğine diyecek yok! 

****
İnsan kahveyle kendini, çayla dünyayı seviyor. 


*****
Sevilmek güzelleştirir insanı. Kesindir bu. Ama güzel olduğunuz için sevileceğiniz noktasında bir kesinlik yoktur.

*****
Ne işle uğraştığını soruyorum... Kısık bir sesle ve çok bildik bir meslekten söz ediyormuş gibi karşılık veriyor: "Bekliyorum." Ardından bakışlarımı fark edip sakin bir gülümseyiş eşliğinde "bilir misin, nasıl yorucu bir iştir" diyor... Sonra öğreniyorum; sevdiği kız yıllar önce okumaya büyük şehire gittiğinden beri yarı deli, yarı akıllıymış. Kasabanın meydanındaki bu kahvede öğleden sonraları oturur, beklermiş!.. Oradan ayrılmak üzere minibüse binmeden önce yine kahveye uğruyorum. Yine oturuyor. Önünde boş bir çay bardağı. Şakaklarındaki kırlaşmış saçlara bakıyorum. Ne çok zaman geçmiş demek ki! Ama ya hali tavrı, oturuşu... Bu nasıl bir kararlılıktır! Ürperiyorum. Karşımdaki şey delilik mi? Evet! Ama ne yalan söyleyeyim, basbayağı aşk var duruşunda!...
 ****

Hayal kırıklığı! Tut beni der sevgili, düşüyorum! 
Oysa onu uçuyor sanmışız, öyle sevmişizdir...

(H.Babaoğlu/Pazar Notları)
Foto: Cem Aldaş


******
kar bu yazının neresinde, üstelik fotoğrafta da kar falan göremiyorum diyorsun değil mi , göç etmekten yorgun  düşmüş  çok sevgili bloğum?..camdan dışarı bakarsan görürsün...
"her yerde kar var" şarkısını dinlemeyeli çok uzun zaman olmuştu, sen de biliyorsun...
"karlar düşer, düşer düşer ağlarım.." demeyeceğim tabi ki...kar bu, şimdi tam zamanı işte; pencere kenarına iliş, kitabını eline al,  çayını yudumla...daha ne olsun:)

21 Ocak 2011

meçhule açılan kapılar...

              
                
          
"Ölüm, aslında ölümsüzlüğe açılan kapı.
Ölümsüzleşmem için, sadece bir kere ölmem gerek...
Mesele, son nefesi verene kadar bize verilmiş olan sayılı nefeslerin vaktini, ölümsüz olmak için nasıl kullanacağımızda…
 ***
Geleceği kim biliyor? Hiçbirimiz. Niçin üzülüyoruz, niçin seviniyoruz o zaman?

***
Allah’ın emirlerini ne kadar dikkat ve lezzetle yerine getirirsek, Allah da dualarımıza o kadar şefkat ve letâfetle icabet eder. Denemesi bedava değil, ama bu zahmete değer...
***
Maddî zevk kontenjanımız harcandıkça azalıyor ve sonunda da bitiyor galiba. Ama manevî zevkin zirvesi olan dua kontenjanı, harcandıkça artıyor. Bize lütfettiğin bu zevkleri rızana en uygun şekilde kullanmamızı nasip et Ya Rab! Amin!

***
Bazen uçurumların kenarından geçiyor insan, korku ve dikkat içinde. Sonra birden yol genişliyor. İnsan gaflete dalıyor. Allah’ım, bize uçurumlardaki kurbiyetini, hayatımızın her anında lûtfeyle. Amin !..."

...

                        
 Ümit Meriç(dualar ve aminler kitabından...)